Ranger ile Bozkırlarda Yaşam

Bird Dedective

Yurdumuzun doğal hayat zenginliklerine Bird Detective’in gözünden bakmaya ne dersiniz?

Ford Ranger ile Urfa bozkırlarından Fırat Nehri’ne, Diyarbakır’dan Nemrut Dağı’na uzanan muhteşem bir yolculuğa siz de şahit olmak isterseniz buyurun, detaylar yazımızda….

Yazı ve Fotoğraflar: Emin Yoğurtcuoğlu (@birddetective)

Geçtiğimiz günlerde Ford Türkiye ile “Bozkırlar boş değildir,” diyerek Urfa bozkırlarında üreyen, nesli tehlike altındaki kuş türlerinin yaşadığı yerlere bir kış ziyaretinde bulunduk. Bozkırlar sanılanın aksine boş alanlar değil, doğal yaşam açısından Türkiye’nin en zengin yaşam alanlarındandır. Kartal, akbaba, turna ve toy gibi nesli tehlike altındaki kuşların büyük kısmı bozkırlarda yaşıyor. Aynı zamanda ceylan, çöl varanı, sırtlan gibi Türkiye’de az bilinen canlıların da yuvası bu bozkırlar. Tarım alanlarını ve meraları kullanan yerel halkla bir araya geldiğimizde tanıştığımız Mikail Derin ise gezimize ayrı bir değer kattı.  Gezi öncesinde dağ keçilerini, kurtları, tavşanları, sırtlanları, ceylanları ve birçok nadir kuş türünü görmeyi hedefledik ve mevsim kış olmasına rağmen birçoğu ile karşılaşma fırsatı yakaladık. İlkbahar öncesi bir ön hazırlık gibi olan bu dört günde gidilen yerler ve gördüklerimizi sizlerle paylaşıyoruz:

Türkiye, özellikle nesli tehlike altında olarak belirtilen çizgili sırtlan ve ceylan için çok önemli. Afrika ve Asya’da da yaşayan bu canlıların ülkemizde yaşayabilir durumda olması Urfa ve etrafını resmen mini bir Afrika haline getiriyor. Bununla birlikte Avrupa’da yaşayan kuşların üçte biri Türkiye’de bulunuyor. Bu kuşların da birçoğu Güneydoğu Anadolu’da gözleniyor. Yapılan son araştırmalar, Türkiye’nin bozkır kartalı ve şah kartalının üreme alanları açısından önceki tahminlerden çok daha önemli olduğunu vurguluyor. Önümüzdeki hafta ve aylarda, yani bahar ve yaz aylarında, Ford Türkiye ve birddetective kuş ve yaban hayvanlarını doğal yaşam alanlarında, yerel halk ile birlikte izlemeye devam edecek.

Ziyaret edilen alanlar

Urfa bozkırları

Gezimin ilk durağında Türkiye’deki en nadir canlılardan olan zarif yapılı, ince bacaklı, güzel ve iri gözlü hayvanlar olan ceylanların peşindeydik. Türkiye’de genelde ceylan ve geyik aynı kefeye konan, sıklıkla karıştırılan iki canlıdır. Ancak geyik türlerimize göre çok daha nadir bulunan ceylanlar; az engebeli stepleri, kumlu, tepecikli ve seyrek ağaçlı yerleri tercih ederler. Vadi tabanlarından ve nehir kenarlarından hoşlanmazlar. Çöl ve step hayvanı olduklarından susuzluğa dayanıklı olsalar da tuz gereksinmeleri fazladır. Geyiklerin ise biraz daha ormanlarda yaşamayı tercih eden memeliler olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizde sadece Urfa’da yaşayan ceylanın (gazella subgutturosa) burnunun üst kısmı beyazdır ve yüzünün yan taraflarında koyu renkli şeritler vardır. Kursak bölgesinde bir şişkinlik vardır ve bu şişkinlik kızışma döneminde daha belirgin bir hal alır. Bu yüzden “kursaklı ceylan” olarak da anılır.Türkiye’de bulunan bir diğer türümüz sadece Hatay’da yaşamını sürdüren “dağ ceylanı”dır. En büyük özelliklerinden biri dişilerinde boynuzun bulunmamasıdır. Erkeklerin boynuzları ise önce yukarı doğru sonra geriye doğru kıvrık; parlak siyah renkli ve boğumludur. Renkleri; yaşadıkları yerin toprağına az çok uyacak şekildedir ve açık kiremit kahverengiden koyu krem sarısına kadar değişir. Kuyruğu oldukça uzun, siyah renkli sert kıllarla kaplıdır. Aracımızla gezerken uçsuz bucaksız bozkırlarda ceylanların ne kadar zor göründüklerini fark ettik. Buna rağmen dikkatimizi vererek gençler ve dişilerden oluşan büyük bir sürü ile uzaktan tek bir erkeğin bizden koşarak uzaklaştığını görebildik.

Urfa’nın Ceylanpınar ve Kızılkuyu Devlet Üretme Çiftliği’nde korunmakta ve üretilmekte olan ceylanların maalesef avcıları da çok. Özellikle ülkemize kaçak yollardan giriş yapan ceylanların yavruları Suriye ve Irak’a kaçırılmakta ve şeyhlerin evlerinde birer süs hayvanı olarak beslenmektedir. Urfa Doğa Koruma Milli Parklar’ın etkin koruması sayesinde ve çevre köy sakinlerinin de yardımlarıyla ufak alanlarda iyi sayılarda, ancak ürkek bir yaşam sürebilmekteler. Acımasızca avlandıkları için koruma alanları dışında bir tek örneğe rastlamak maalesef mümkün değil.Ekonomik sorunlarımızın öncelikli olarak gündemde tutulması, doğal varlığımız olan yabani memelilerimizin varlığını tehlikeye düşürmemelidir. Çünkü geç kalındığında on binlerce yıllık evrim sonucu ortaya çıkmış bu canlıları geri getirmek mümkün olmayacaktır. Ekonomik krizler aşılabilir, fakat insan kaynaklı faaliyetlerin etkisiyle oluşan ekolojik krizler (ekokriz) ülkemizin doğal zenginliklerini tehlikeye atmaktadır.

Türkülerde, şarkılarda sıklıkla yer alan bu ikonik canlının gerçek anlamda bilinmemesi de ayrıca üzücü bir durumdur. Son olarak Urfa’nın bozkırlarının çok değil, sadece üç asır önce Anadolu’nun son aslanlarına ev sahipliği yaptığını bilmek herkesin hakkı. Düşünün; uçsuz bucaksız steplerde koşturan ceylanlar, pusuya yatmış aslanlar ve bir buçuk metrelik boylarıyla çöl varanları ve hatta aslanlarla kapışan sırtlanlar… Sırtlan demişken, gezimizde bu canlılarla da karşılaştık. Gizemli hayatlarına dair bulduğumuz detaylar yazımızın devamında…

Fırat Nehri Vadisi

Bu gezi sırasında bizi en çok etkileyen anlardan biri Mücahit Muğlu ile çizgili sırtlan ve başka canlılar için dolaşırken karşılaştığımız, hayatını ve insanlığını hayvanlara adamış bir köylüyü tanımamız oldu. İlk karşılaşma anımız biraz korkutucu olsa da daha sonra koyu bir muhabbete daldığımız bu abimiz, ömrünü yaşadığı yerde yuvalayan sırtlanlara adamış. Evet, ülkemizde sırtlanların yaşadığını çoğumuz bilmiyor bile. Ve maalesef bu muhteşem canlılar da Anadolu’nun birçok başka büyük memelisiyle birlikte yok olmaya yüz tutmuş durumda. Kalanları ise bulabilmek neredeyse imkânsız. Bunun en büyük sebeplerinden biri gün geçtikçe artan insan baskısı ile daha ücra köşelere çekilen ve yaşamlarını gece aktif olarak sürdürmeye çalışıyor olmaları. Bu sırtlanları görebilmek adeta bir mucize. İçimize su serpen ise bu canlıları korumak için gönüllü olan köylülerimizin varlığı… Gelin önce biraz ülkemizde yaşayan sırtlanları tanıyalım.

Dünyada dört türü bulunan sırtlanların en çok bilineni belgesellerden tanıdığımız, aslanlara kök söktüren “benekli sırtlanlar”. Ülkemizde ise sadece bir türü bulunuyor: “Çizgili sırtlan” (hyaena hyaena).

Çizgili sırtlan, sanıldığının aksine köpekgillerle değil, kedigillerle daha yakın akraba. Steplerde, yarı çöllerde, kayalıklı ve seyrek ağaçlıklı yamaçlarda ve ek olarak Anadolu’da maki ve ormanlık alanlarda yaşıyorlar. Yuvalarını çoğunlukla kayalık, çatlak ve gedikler ile derin vadilere yapıyorlar. Afrika’da, kendisinden daha güçlü kuzeniyle oluşan rekabet ortamı sebebiyle açıklık bölgelerde bulunmaz. Yurdumuzda Marmara’nın güneyi, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu illerimizde yayılış gösteriyor. Ne kadar ilginç değil mi? Adını sadece belgesellerde duyduğunuz bir canlı, çok yakınınızda bir yerde size hiç görünmeden yaşıyor olabilir.

Diğer yırtıcıların avladığı hayvanların artıkları; leşler; hasta, sakat, zayıf düşmüş hayvanlar; böcekler; yakalayabildiği küçük memeliler; kavun, karpuz ve üzüm gibi meyveler; bazı sebzeler ve yabani yemişlerle besleniyor. Günümüzde yaşam alanlarına giren çöplüklerden de yararlanıyorlar. Türkiye’deki nüfusları tam olarak bilinmemekle beraber besin bulabildikleri ve insan etkisinden kaçabildikleri noktasal bölgelerde (ıssız vadiler, zeytinlikler gibi az kullanılan tarım alanlarının doğal alanlarla birleştiği bölgeler, bazı ormanlık alanlar) küçük gruplar halinde barınabiliyorlar. Yalnız bir hayat yaşadığı düşüncesinin aksine çizgili sırtlanlar, yalnız dolaşıp yuvalanma bölgesinde sosyal bağlar oluşturan ve küçük gruplar halinde yaşayan bir türdür. Nadiren grup halinde dolaştığı da görülür. (Antakya’da, Küçükdalyan Köyü’nde ahıra girmeye çalışan 6 bireylik bir gruptan 2’si vurulmuştu.)

Biz bu muhteşem canlıyla tam 8 sene önce bir gece yol üzerinde önümüze çıktığı için karşılaştık ve o günden beri sırtlanlara olan hayranlığım ve ilgim arttı. “Sırtlanları koruyan adam Mikail” ile karşılaşmamız ise bu anlamda beni çok mutlu eden bir gelişme oldu. Çünkü bu canlının yaşadığı vadideki saha, koruma sahası olmadığı için önüne gelen eline tüfeğini alıp, sırtlanların yaşadığı sahadan haberdar olmadan av yapabilmekte ve bu yüzden sırtlanları korkutabilmektedir.

Mikail Derin’in anlattığına göre, tüfek sesi duyan hayvanlar o geceyi inlerinden çıkmayarak geçirmekte ve aç kalmaktadır. Bu olayın önüne geçmek için civarda nam salan ve fahri av müfettişi olan Mikail, işi olmayan kimseyi alana sokmamakta ve avcılara karşı ciddi bir mücadele vermektedir.Sırtlanları kendi çocuğu gibi gören ve seven Mikail, yollarda bulduğu araba çarpmış hayvan leşlerini de sırtlanların güzergâhlarına koyarak onlara bir şekilde yardım ediyor. Bu doğal karşılaşmada Mikail’in anlattıkları ve talepleri dinledikten sonra tek temennimiz bölgenin Yaban Hayatı Geliştirme Sahası ilan edilmesi ve Mikail’in 15 senedir gönüllü olarak sürdürdüğü bu koruma çalışmasını bekçi olarak maaşa bağlanarak sürdürmesidir. Nitekim karşılaşmamızı duyurduğumuz Instagram paylaşımının ardından Anadolu Ajansı, BBC, The Guardian gibi medya devleri konuya ve Mikail’e yer vermişlerdir. Mikail’in beni en çok etkileyen sözü: “Ben gidince ne olacak? Kimse benim gibi onlara gözü gibi bakmayacak.” Gerçekten de öyle… Günümüzde sırtlanlar yasak olmasına rağmen hâlâ avlanmakta, araba kazalarında telef olmaktadırlar. Doğanın doğal çöpçüleri olan bu muhteşem canlının yaşamına dair ufak bir bilgi sahibi olmak için Mikail’in kayda aldığı görüntüleri izlemenizi tavsiye ederim. Unutmayın, bu canlıların da bir yaşamı ve aileleri var. Yavru sırtlan görüntüsünü gördüğüm an kendimden geçtim! Bu muhteşem adamı daha fazla tanımak ve okumak isterseniz çıkan haberlerden birine buradan ulaşabilirsiniz. 

Diyarbakır Karacadağ

Diyarbakır denince akla aşırı sıcakları gelir genelde. Ancak Diyarbakır’a çok yakın bir mesafede benim sürekli gittiğim bir dağ var. Oraya Türkiye’nin nadir kuşlarından biri olan ve günümüzde sadece üç noktadan kaydı olan “Bozkır Ötleğeni” için gidiyorum. Taşlık yapısı ve geven bitki örtüsü birçok farklı kuşa da ev sahipliği yapıyor. Buranın en ilgi çekici özelliği bir kayak pistine sahip olması. Kışın bol miktarda kar aldığı söylentilerini kendi gözlerimle görüp deneyimlemek için gittiğimiz Karacadağ’da muhteşem görüntüler aldık. Yayvan tepeleri 2-3 metre kar ile örtülü dağda yaz aylarının curcunalı hali pek yoktu, gördüğümüz tek canlı yüksek dağlara adapte olmuş “Kulaklı Toygar”lar oldu. Onları da fotoğraflama imkânımız pek olmadı. Onun yerine karda derin izler aça aça harika bir yürüyüş yaptık. Yolunuz düşerse uğramanızı tavsiye ederiz.

Adıyaman Nemrut Dağı

Gezimin son durağında tek başıma kaldım. Hedefim Adıyaman’daki Nemrut Dağı’nı karlar altında görmekti. Bu sene çok kar yağdığını söylemişlerdi, ancak ben bu kadarını beklemiyordum. Dağın etekleri bile dört-beş metreye yakın kar örtüsü altındaydı. Klasik tırmanış rotası üzerinde olan Karadut Köyü’nü geçer geçmez ise yol kapanıyordu. İlk gün birkaç dağ kuşu hariç pek bir şey göremedim. İkinci gün dağın eteklerinden batıya doğru gidip dağa çıkan ikinci yolu denemek istedim. Nemrut’un gün doğumları meşhurdur. Havanın da açık olacağı duyumu üzerine erkenden kalkıp TRT vericisi için 5 metrelik karda açılmış yolda yükseklere çıktım. Aracın gittiği yere kadar gidip normalde yol olması gereken yerde yürümeye başladım. Hava aydınlanmış, gökyüzü kızarmıştı. Tepeye doğru yükseldikçe yaşadığım hissiyatı size anlatamam. Erken saat olduğundan ve gecenin sıfırın altında geçmesinden ötürü kar donmuştu ve çığ tehlikesi yoktu. Bir süre sonra zirveye doğru yol alırken güneş yüzüme vurdu. İnsan daha ne ister ki… Termosta sıcak kahve ve dağın zirvesine giden yolda bir tepe üstünde tek başına ruhunun ve uyanan kuşların sesini dinleyerek güneşin doğuşunu karşılamak… Epey bir süre dolandıktan sonra öğlene doğru zirveyi daha fazla zorlamadan inmeye karar verdim. Çünkü hem tek başımaydım hem de çığ tehlikesi giderek artıyordu. Üstelik kararan bulutlar da yaklaşan bir fırtınanın habercisiydi. Daha önce İsviçre Alpleri’nde sadece 2500 metrelik bir zirvede tipiye yakalanmış ve canını zor kurtarmış biri olarak kışın dağların hiç şakasının olmayacağının bilincindeyim. Geri dönüp Ford Ranger ile karlar arasında fotoğraf çekimleri yaptım.Öğleden sonra ise dağın alçaklarına inip derin vadilerin olduğu Kayadibi Köyü’nün aşağılarına gittim. Hedefim kışı geçirmek için aşağılara inmiş yabani keçileri bulmaktı. Çok uzun sürmedi ve ilk bireyleri biraz uzaktan da olsa gördüm. Sonra peşlerine düşüp yükseklere tırmanmaya başladım. Bir ara bir kayanın tepesinde üç tanesinin beni izlediğini fark ettim. “Bu insan burada ne yapıyor?” gibisinden bir bakış attılar bana… O kadar çok tırmandım ki aracım zum lensli fotoğraf makinemle bile ancak kadraja giriyordu. Orada yavruların ve annelerin bulunduğu koca sürülerle karşılaştım. İnsanın aklı almıyor, ama hayvanları koruyunca neredeyse yürüyerek diplerine kadar girebildiğinizi görmek insanda harika bir tat bırakıyor. Kaçtılar, ama korkmalarından ziyade temelde olan içgüdülerinden ötürü kaçtılar. Kayaları hoplaya zıplaya tırmanarak çıkmalarını izlemek ise ayrı bir heyecan kaynağıydı benim için, çünkü benim 15-20 dakikada çıkacağım yeri onlar bir dakikada tırmanıyorlardı. Bunu yaparken de hiç zorlanmıyorlardı. Dağ keçisi de denen bu yabani keçiler hakkında biraz bilgi verecek olursam:Postları kısa, sık ve sert kıllıdır. Ergin tekelerde, çene altında sert kıllı, siyah ve uzun bir sakal bulunur. Erkeklerin boynuzları uzun ve geriye hançer gibi kıvrıktır. Her yıl büyüyen boynuz kısmı bir çizgi ve boğumla ayrılır. Bu çizgi ve boğumlardan yaş saptamasında yararlanılır. İyi gelişmiş bir erkekte 150 cm’ye kadar uzunlukta boynuza rastlanabilir. Dişilerinde de 25-28 cm uzunlukta kısa ve küt boynuzlar bulunur. Çok ürkek bir canlı olup sürekli tehlikelere karşı tetiktedir. Başarılı bir tırmanıcıdır. 1500 m veya daha yüksek kayalık sarp yerlerde, mağaralar ve sık ağaçlıkların bulunduğu alanlarda bodur çalılar ve otlarla kaplı kayalık dağlarda yaşamaktadırlar.

Epey bir çekim yaptıktan sonra aşağı indim ve arabaya vardığımda kana kana su içtim. Yiyeceğimin de kalmadığını fark ettim. Bazen insan yaptığı işe çok odaklandığında asıl ihtiyaçlarını unutabiliyor.

Şehre dönmeden önce son bir kez daha dağın derin duvarlarının olduğu yere bakıp hedef türlerimden olan “Büyük Kaya Sıvacısı Kuşu”nu fotoğraflamayı deneyeyim dedim. Kayaların dibine doğru iyice çıktığımda midemden gurultular geliyordu ve o an hiç beklemediğim mucizevi bir şey oldu. Bir çoban ve oğlu çay demlemiş, közde gözleme yapıyordu. Selam verdim ve hemen sofraya davet aldım. O an aklımda ne keçi kaldı ne de kuş.

Yediğim en lezzetli gözlemelerden birini yemiş oldum. Çoban abinin içtenliği ve gülüşü çoğu şehirlide yoktur. Bu sırada minik oğlu dünyanın en kendinden emin pozunu verdi. Tek kelime etmedi ama gözlemesini yerken bu kuşları seven abinin ona “merhaba demek ister misin?” sorusuna gülümseyerek cevap vermeyi de ihmal etmedi.

Anadolu baştan sonra zenginliklerle dolu bir coğrafya, ancak günümüzde birçok değerimizi doğayı kaybettiğimiz gibi kaybediyoruz. Zenginlik sadece ev ve araç sahibi olmaktan geçmez, çevresini etrafını bilen, herkese ve her şeye saygı sahibi olmaktan geçer. Bu sebeple farkındalık kazandırmak için, değerlerimizi tanıtmak ve başlarındaki sıkıntıları bir bilen kişi olarak anlatmaya devam edeceğiz. Bizi izlemeye devam edin.