Harflerle Kalplere Dokunmak...

Osman Kartaler
Röportaj

Tüm Röportajlarımız

Kaligraf Osman Kartaler… Harflere sadece dokunmuyor; her bir harfe anlam katıyor, derinlik veriyor, boyut kazandırıyor. O harflerle duygulara, ruhlara ve kalplere dokunuyor. Harflerle büyülüyor.

Çalışma arkadaşımız Osman Kartaler, 13. sergisi “Harflerin Büyüsü” ile sanatseverlerle buluştu. Biz de Ford Blog olarak onun heyecanına ortak olduk ve kendisiyle keyifli bir röportaj yaptık.

Merhaba Osman, önce seni tanımayanlar için biraz kendinden, kaligrafi ile tanışmandan bahseder misin?

Merhabalar. 1981 yılında Eskişehir, Odunpazarı’nda doğdum. Güzel bir çocukluk, tarihle iç içe. Güzel sanatlara ilgim vardı, kendi çabalarımla, ne olduğunu bilmeden bir şeyler yapıyordum. Sonra 20’li yaşların başlarında televizyonda bu sanatı gördüm, sevdim, hatta âşık oldum. Öyle ki Eskişehir’de kimden bir şeyler öğrenebilirim diye araştırdım, ama kimseyi bulamadım. Yılmadım, usanmadım. O zamanlar internet de yeni yeni yaygınlaşıyor, yaptığım aramalarda çok az örnek ile karşılaşıyorum… Ama ne bulursam çıktısını alıp üstüne bir şeyler katmaya çalışarak, değişik stil ve yöntemler deneyerek kendimi geliştirdim. Ama Eskişehir’desin. Bu sanatın en önemli malzemeleri kalem ve kâğıt. Eskişehir’de bulamıyorsun. İstanbul’a gidenlere sipariş verip durdum. Büyük bir arayışla başladı her şey. Aslında o noktada bir hedef belirlememiştim, ama baş koymuştum. 2003 yılında Ford Otosan, Eskişehir İnönü Fabrikası’nda işe girdim. İşim sayesinde sanatıma daha çok yatırım yapabilmeye başladım. Maaşı alır almaz kalem aldım, mürekkep aldım, kâğıt aldım, İstanbul’a gittim malzeme baktım; işten artan tüm zamanımı da aynı şekilde kaligrafiye ayırdım. 2003’ten bugüne her gün mutlaka ama mutlaka her gün elime kalem alıyorum. Hep yazıyorum.

Harflerin büyüsü seni Eskişehir’den İstanbul’a getirdi. Nasıl bir yolculuktu bu?

2003’ten 2010’a kadar Eskişehir’de kaligrafi sanatı alanında kendi gayretlerimle ilerledim. Bildiklerimi, öğrendiklerimi insanlarla paylaştım. Öğretici kimliğim oluştu, ders vermeye başladım. Kaligrafi ile ilgili bir soru yöneltildiğinde Eskişehir’de ben işaret ediliyordum. Bu, yoğun çaba göstermenin, emek vermenin meyvesi aslında. Sonra o yıllarda Vehbi Bey’in bir kitabını okudum, çok etkilendim başarı hikâyesinden. Kaligrafi öyle bir sanat ki, hislerinizi mutlaka kaleminizle aktarmak istiyorsunuz. Vehbi Bey’in hayat hikâyesi de işte böyle bir aktarma arzusu doğurdu içimde. Bu sanatı icra edebilmemin sebebi de aslında bir yerde Vehbi Bey; Ford Otosan’da çalışıyorum, bu sanata bu şekilde yatırım yapabiliyorum, bir çeşit vefa hissi de var. Koç logosunu ve Vehbi Bey’in yüzünü resmettim yazı ile. Üç ay kadar uğraştım. Aylar sonra dedim ki, evde durmasın, fabrikaya götüreyim insanlar da görsün. Burak Bey (Gökçelik) Ali Koç Bey’e bu yazıların fotoğraflarını göndermiş. Ali Bey de heyecan ve sevgi ile benimle tanışmak istediğini söylemiş. İstanbul’a gidince bu iki yazıyı Ali Bey’e hediye ettim. Koç Holding’in konferans salonuna astılar karşılıklı, 2010’dan beri orada dururlar. Koç ailesinin emeğe ne kadar değer verdiğini bir kez de o an gördüm, bizzat yaşadım. Eskişehir’e dönüp işime devam ederken büyüklerim azmimi görüp bana nasıl destek olabileceklerini, bu konuda ilerlemem için bir şeyler yapıp yapamayacaklarını sordular. Dedim ki İstanbul’da yaşama gayem var, oradaki üstatlardan feyz almak, İstanbul’un büyüsünden yararlanmak… Onlar da bizden kopmadan İstanbul’daki lokasyonumuzda çalışır mısın diye sordular. Kabul ettim ve 2010’da buraya geldim. Önce farklı bir görev, ardından da halen sürdürdüğüm Ford Trucks Pazarlama İletişimi Uzmanlığı görevini üstlendim.

Bu yolculuk sanatına nasıl yansıdı?

İstanbul’da gerçekten çok değerli ustalarla tanıştım. Yıllar içinde biriktirdiğim deneyimler şimdilerde bu sanata gönül verenlerin değerlendirmelerinde beni de ilk sıralara taşıdı. İki ayrı sanat merkezinde eğitimler veriyorum hafta sonları. 2014’te ilk sergimi açtım. Yine Türkan Saylan Sanat Merkezi’nde. Sonrasında İzmir, Eskişehir, Bursa, Ankara, İzmit gibi birçok farklı şehirde de sergilerim oldu. Şu sıralar farklı bir heyecan yaşıyorum sanatımla ilgili. 2020’de Moskova’da düzenlenecek olan Uluslararası Kaligrafi Sempozyumu’na davet edildim. Büyük bir gurur, büyük bir heyecan. Şimdiden hazırlıklara başladım.

Sayende şiirlerle, şairlerle, dizelerle farklı bir şekilde buluşuyoruz… Senin şiirlerle buluşman nasıl oldu?

Bu sanata başladığım dönemlerde yaptığım araştırmalardan karşıma ağırlıklı olarak dini yazılar çıkıyordu. Ben güzel yazı sanatını kendi dilimizi kullanarak farklı bir şekilde de icra edebilmeliyiz diye düşündüm. Musikiye de meraklıyım. O kadar güzel, o kadar duygulu, naif sözler var ki şarkılarda. Şiir de bu böyle benim için. Dedim ki ben edebiyatı biraz ön plana çıkarayım yazılarımda. Böylece o dünyadan beslenmeye başladım. “Harflerin Büyüsü” de oradan geliyor. Geçekten o harfleri insanlara hap gibi, böyle görsel bir yansımayla duyguları geçirmeyi hedefledim. Belki o dörtlük normal bir yazı şeklinde okunsa kalmaz aklında ya da geçirmez hislerini; ama bu kaligrafik anlatımda insanların hem gözüne hem ruhuna hitap edebildiğimi fark ettim. Sonra hep şiirleri yazmaya başladım. Önce İkinci Yeniler’le başladım, sonra geliştirdim… Çerçeveyi biraz daha genişlettim.

Harfler sana büyülü anılar yaşattı mı?

Yaşatmaz mı? 2014’te ilk sergimde çok heyecanlıydım. Öyle ki eşe dosta dağıtmak için davetiyeler falan bastırmıştım. Kadıköy-Moda civarındaki dostlarıma davetiye götürdüğümde Cemal Süreya Sokağı’ndan geçtim. Orada onun yaşamış olduğu ev var. “Ah, keşke hayatta olsaydın da sana da davetiye bıraksaydım Cemal Süreya,” diye iç geçirdim. Evin kapısına bir davetiye sıkıştırdım. Arkadaşım hafiften dalga geçti, ne yapıyorsun diye. O anı ileride tekrar hatırlamak için sokak tabelasının önünde bir fotoğraf çektik. İki gün sonra sergim açıldı. Sergi günü de Instagram’dan “Cemal Süreya’ya davetiyesini bıraktım, hissedeceğini biliyorum,” diye bir ileti paylaştım. Sergi hem haberlerde hem de yazılı basında haber olarak çıktı. Cemal Süreya’nın kardeşi Perihan Hanım, serginin haberini Cumhuriyet gazetesinden okumuş. Kızlarına haber vermiş, sizin böyle bir sergiden haberiniz var mı diye. Onlar da hemen adımı Google’da görsellerde aratmışlar ve benim Cemal Süreya Sokağı tabelası önünde davetiye ile çektirdiğim fotoğrafı ve “Cemal Süreya’ya davetiyesini bıraktım, hissedeceğini biliyorum” iletisini görüp Perihan Hanım’a göstermişler. Perihan Hanım çok duygulanmış, beni hemen sergiye götürün demiş. O yaşlı hanım bir saat boyunca bütün tablolara tek tek baktı… Sonra yanıma yaklaştı, “Osman Bey, siz, Cemal Süreya’ya davetiye götürmüşsünüz, o gelemedi, biz geldik, ben onun kardeşiyim,” dedi. Nasıl duygulandığımı anlatamam. Sarıldık birbirimize. Ağladık. Yoğun bir duygu seli. Büyülü işte. Çok değerli.

Muhteşem… Bir aracı gibisin aslında; şairlerin, yazarların hislerini yeniden, başka bir şekilde aktarıyorsun…

Bu sanatın şöyle bir duygusu var, iz bırakıyorsun… ve bir şekilde o iz hâlâ kalıyor, silinmiyor. Mürekkep. Bunun en canlı halini anlatmak isterim. Burgazada’ya gitmeyi çok severim. Gittiğimde de mutlaka Sait Faik Abasıyanık Müzesi’ne uğrarım. Bundan dört sene önce Sinema-Televizyon okuyan bir kardeşim bitirme tezi olarak beni konu seçmiş; ne yaparım, ne ederim diye araştırma yapması gerekiyor. Dedim, Burgazada’ya gidiyoruz. Gittik, biraz sohbet muhabbet… Vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Müzeye gittiğimizde müzenin kapanmış olduğunu gördük. O kadar yol gelmişiz, müze ziyareti ve çekimini yapamamışız. Ben serzenişte bulunuyorum, o karşımda ayrı bir üzüntü yaşıyor… Cebimden kalemi çıkardım, müzenin kapısının önündeki taş zemine “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Sait Faik Abasıyanık” yazdım. Çekim ekibi de bu arada çekmiş beni, ama çok doğal, doğaçlama gelişen bir an. Plansız, kurgusuz… Ertesi gün, müze yetkilileri imzamdan beni bulup sosyal medya üzerinden, “Çok güzel bir sürprizle karşılaştık, teşekkür ederiz,” diye bir mesaj attılar. Ben müzenin önünü karaladık, kızarlar mı acaba diye endişe ederken böylesine sıcak bir teşekkür mesajı ile mest oldum. İz bırakma, mürekkep konusuna dönecek olursak, ben bu yazıyı dört sene önce yazdım. İki ayda bir Burgazada’ya gidip yazının üzerinden geçiyorum, o bıraktığım iz yayıldı çünkü. İnsanlara dokundu. Müzeyi ziyaret edenler anı fotoğrafı çektiriyorlar bu yazı ile. Sait Faik Abasıyanık belgesellerinde de bu yazı kullanılıyor… Bu, sanatın hisleri aktarma gücünün çok ama çok somut bir örneği.

 

 

 

 

 

Bu gönderiyi Instagram'da gör

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sait Faik Abasiyanik muzesinin girisine Dostoyevski ve Sait Faik karisimi bu guzel sozu yazali tam 3 yil oldu. Yazi dis alanda oldugundan haliyle hava sartlarindan silinip deforme oluyor ben de 2 ayda bir gidip yaziyi yeniliyorum. Cunku iyilik ve guzelligin hayatimiza kattigi ve katacagi degerlere olan inancimi hic yitirmedim ve yitirmeyecegim. Bu minvalde sanatimla bu dusunceye bir kucuk katkim olabiliyor ise bundan da huzur ve mutluluk duyarim. Yukarida da belirttigim gibi bu degerli soz butunu Dostoyevski ve Sait Faik Abasiyanik karisimidir ve gunumuze boyle bir kompozisyon hali alarak ulasmistir. Dolayısıyla dilden dile dolaşan bu söz ne tamamen Dostoyevski'ye aittir ne de Sait Faik'e. "Dünyayı güzellik kurtaracak" Dostoyevski'nin Budalası'nda, "bir insanı sevmekle başlayacak herşey" ise Sait Faik Abasıyanık'ın Alemdağı'nda var bir yılan adlı öyküsünde geçer. Hepinize mutlu bir haftasonu diliyorum. Guzellikle kalin. ✒ Osman Kartaler . . . #saitfaik#saitfaikabasiyanik#burgazada#dostoyevski#kaligrafi#art#sanat#edebiyat#ada#calligraohy

Osman Kartaler (@calligraph)'in paylaştığı bir gönderi ()

 

Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz Osman.

Ben de Ford Blog'a teşekkür ederim. Sevgiler…