Çalışma Arkadaşımız Arif Demirgöz ile Kaleme Aldığı Romanları Konuştuk

arif_d_1

2003’ten bu yana Ford Otosan’da çalışan Arif Demirgöz, son 11 yıldır Eskişehir Yeni Projeler Kamyon ve Aktarma Organları Devreye Alma bölümündeki çalışma arkadaşımız. Çocukluğu ile başlayan okuma ve sonrasında gelişen yazma tutkusuyla 2015’te ilk romanı Yasak Bahçe’yi, 2019’da ikinci romanı Nadas’ı kaleme alan Arif Demirgöz, bugünlerde üçüncü romanı Muhteşem Mucize’nin okuyucu ile buluşmasının heyecanını yaşıyor. Biz de bu heyecanı, gerçekleştirdiğimiz röportaj ile sizlerle paylaşıyoruz.

Merhabalar, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? 

Merhaba, öncelikle Kurumsal İletişim birimimizin bu naif ilgisinden dolayı çok teşekkür ediyorum, gerçekten şirketimizin sanata ve edebiyata hak ettiği değeri verdiğini düşünüyorum. Eskişehirliyim. 2003’ten bu yana Ford Otosan’da çalışıyorum.  Son 11 yıldır Eskişehir Yeni Projeler Kamyon ve Aktarma Organları Devreye Alma bölümündeyim. Cana yakın, samimi bir insan olduğum söylenir. Aile bağlarına, dostluklara ve arkadaşlıklara çok düşkünüm. Vatan, millet kavramlarına da oldukça düşkünüm. Toplumsal cereyanlara karşı da ilgiliyim. 

Üçüncü kitabınız Muhteşem Mucize raflarda yerini aldı, ama biz biraz geriye, hatta ilk başlara gidelim. Yazmaya nasıl başladınız? 

Evet, Muhteşem Mucize nihayetinde okuyucuyusuyla buluştu. Çok mutluyum bu yüzden. Beklediğimin çok üstünde bir ilgi var Muhteşem Mucize’ye. Bu durum ayrıca sevinç veriyor bana.  

Nasıl yazmaya başladım? Esasen kendimi bildim bileli, okumaya ve edebiyata karşı bir ilgi duyuyordum. Okumayı ilk öğrendiğimde okulda bir okuma yarışması yapılmıştı ve o yarışmada herkesi şaşırtmıştım. Okuma tutkum ise ilkokul 3. sınıfta oluşmaya başladı diyebilirim. Sonrasında yazılmış olan her şeye karşı tuhaf, karşı koyamadığım bir ilgiyle Batı ve Doğu klasiklerini, post modern edebiyatın yeni temsilcilerini, Türk edebiyatını, denemeleri, öyküleri, tuhaf menkıbelerin olduğu ucuz ve ince kitapları, biyografileri, kötü bir dille yazılmış gezi anılarını bile – kısacası ne bulursam okuyordum... Derken şiirlere daldım, sonrasında felsefeye, sosyoloji ve psikolojiye... Sonrasında hep yazdım diyebilirim.  Üniversite yıllarından itibaren hikâye ve roman denemelerim oldu. Fakat profesyonel manada ilk romanım Yasak Bahçe 2015 yılında, Nadas 2019 yılında okuyucuyla buluştu.  Muhteşem Mucize’yi aslında 2020’de çıkaracaktık, ama 2020’nin gölgesinde kalmasını istemedim. Adına yakışır bir şekilde yeni umutlarla birlikte 2021’e sarkıttık. 

İlk iki kitabınız Yasak Bahçe ve Nadas birbirinin devamı niteliğinde. Biraz bu kitaplarınızın konularından bahseder misiniz?

Aslına bakarsanız Yasak Bahçe ve Nadas gerek karakterlerin çarpıcılığı gerek kurgusu bakımından çok değerli bulduğum ve emek verdiğim romanlar. Filtresiz ve gördüğüm gibi yazdığım romanlar. İlk göz ağrılarım olduğu için sosyal atmosferin bütün esintilerini içten bir şekilde yansıttıklarını düşünüyorum. Yayınevi ilk iki kitabı yüzyılın aşkı olarak lanse etti, ama aşk romanından ziyade hassas noktadaki sosyal olayları işleyen kitaplar. İki kitap da Türkiye’deki sosyal katmanların hepsini içeriyor. İki romanımın da Anadolu’daki kadim kardeşliği özümsemiş, farklı mezheplere mensup Anadolu insanının; sevecen, içli, fedakâr, coşkulu ve sahici yaşamlarını sosyal sınıfın en üst perdesindeki zengin ve kalburüstü hayatlar ile kesiştiren romanlar olduğunu düşünüyorum. Doğaya, Anadolu köylerine ve Anadolu insanının hoşgörüsüne olan hayranlığımı “Nasıl bu denli merhametli ve şefkatli oldunuz? Hangi felsefe, hangi öğreti, hangi tinsel görü, hangi gelenek böylesine derin bir hoşgörü iklimini bahşetti size?” sözleriyle itiraf ettiğim romanlar. 

Yine başka bir anlatıda; “Bu Anadolu halkının ruhuna işlemiş bu derece katıksız saflığın ve pür iyiliğin menbaı nereden besleniyor olgusu, yıllardır düşünüp de çözemediğim büyük bir gizemdir...” sözleriyle kaleme almıştım. Aslında Yasak Bahçe ve Nadas; iyilik ile kötülüğün ezeli savaşını, erdem ile ahlakın kaçınılmaz hesaplaşmasını, zenginlik ile fakirliğin yadsınmaz hıncını; siyasi entrikaları, paraya ve makama olan tutsaklığı, mezhepler arası kardeşliği, ansızın alevlenen ve pek tutkulu devam eden bir aşkın atmosferinde işlemeye çaba gösterdiğim romanlar diyebilirim.

Peki ya Muhteşem Mucize

Muhteşem Mucize; karakter çözümleme, gözlem ve roman kurgusu açısından çok emek verdiğim bir roman. İşlediğim karakter sayısını da fazlalaştırdım. Kolay olmadı tabii ki. Önce bir durgunluk geldi, ama sonra bir karakter oluşturup peşinden gidince açıldım. Öyle ki ilk defa yayınevi editörlerinden “Çok fazla karakter işlenmiş ve yazar bu karakterleri bize çok güzel aktarmış” şeklinde bir geri bildirim aldım. Bundan büyük memnuniyet duydum. 

Muhteşem Mucize toplumun farklı sosyal katmanlarına mensup karakterler arasındaki erdem ve ahlaksızlık, vicdan ve gaddarlık, iffet ve hayasızlık gibi kavramları irdeleyen karakterlerin iç içe geçmiş hikâyelerini ve hayatlarını anlatıyor. Karakterlerin yaşamları doğal olarak birbiriyle çatışıyor, cebelleşiyor ve düğümleniyor. 

Toplumun en düşkünlerinden olan gedikli bir hayat kadını ile cemiyetin en imtiyazlıları arasında vuku bulan hadiselerin yanı sıra, bir kez gördüğü bir kızı bütün ömrü boyunca sadakat ve tutkuyla arayan romantik ve pek kalender bir gencin umutsuz aşkından bahsediyorum. Demin de dediğim gibi, çok fazla karakter işlediğim bu kitapta bir yandan mafya dünyasının karanlık dehlizlerinde gezinip bir yandan da İstanbul, Kocaeli ve Adapazarı’ndaki gecekondu yaşamındaki dramların yanında yüksek sosyetenin şahikalarında şavkıyan günah ve yozlaşmayla yüzleşeceğiz. Muhteşem Mucize’yi okurken; vicdan, ahlak, namus ve erdem adına çetin muhasebeler ve sorgulamalar kaçınılmaz olacak. Ayrıca pastoral hayatın şiirselliğini ve kent yaşamının gün yüzüne çıkmamış desenlerini çözümleme çabamı da yansıttığım bir roman. Uygar toplumun pek ihtişamlı gözüken sosyal ikliminde; eşitsizlik, adalet, merhamet, hak ve ahlak gibi kavramları; zıt hayat görüsüne sahip yaşamları katıştırarak sosyal hayatın kanaviçesinde birbirine örmeye çaba gösterdiğim bir roman oldu. Öte yandan görkemli bulduğumuz uygarlığın karanlık, çetrefilli ve acımasız yönünü de ifşa etmeye çabaladım. Aşkların, tutkuların, metaya tutsaklığın, civanmertliğin, kudretin ve acziyetin aynı zıt sosyal katmanlarda, roman karekterlerinin fevkalade zıtlığı nispetinde; tarifsiz bir uçurumla ayrıldığı, her bir karakterin de hayatı çok farklı yorumladığı, ardından tüm bu hayatların birbirine düğümlendiği ve katıştığı bir roman olduğunu düşünüyorum.

Özetle hemen hepimizin yaşadığı bu toplumda burun kıvırdığımız; evinde ekmek, mahallesinde ışık, ayağında bot, yüreğinde umut olmayan o kimsesiz kalabalığı anlatan bir roman. Aynı zamanda; lüksün debdebenin, ihtişamın ve şatafatın içinde yaşamasına rağmen acımasızlığın, gaddarlığın, tamahkarlığın, hadsiz arzunun ve tutkunun tutsak ettiği farklı hayatları ve karakterleri anlatan bir roman. 

Kitaplarınızın özünde farklı yaşamlar, birbirine zıt karakterler bulunmakta ve cümlelerinizden de anlaşıldığı üzere karakterleriniz çok öne çıkan yapılara sahip. Bu karakterleri oluştururken gözlemlerinizi nasıl yapıyorsunuz? 

Öncelikle bir roman yazmak için hissetmek gerekiyor, bunun içinde hayatı kaçırmamak, sosyal kıvrımların her çizgisinde gezinmeniz, insanların yüreklerine dokunmanız gerekiyor. Roman yazarken düşünce saflığı, zihin berraklığı ve gürül gürül akan ilham kaynağına ihtiyacınız olduğu için iç dünyanızı devamlı beslemeniz ve korumanız gerekiyor diye düşünüyorum.

Ben yazarken bir karakterin peşine takılıyorum zihin dünyamda. Sonrasında bu karakteri bir dedektif gibi büyüteç altına alıyorum, o karakter ile birlikte acı çekiyorum, seviniyorum, feryat ediyorum, mutlu oluyorum, korkuyorum, cesaretleniyorum, umutsuzluğa düşüp meydan okuyorum, karakterler ile aynılıyorum kendimi yani. Çıplak gözle bir bakışta görülmeyeni tanımlamaya, anlatmaya, doldurmaya başlıyorum. Sonrasında roman ortaya çıkıyor. Romanlarımda okura bir nasihat etme, bir şey öğretme çabasında olmadan, hayatı ve olayları gözlemlediğim haliyle yazıyorum.  Böyle olunca da sosyal iklimin tüm renkleri ve desenleri ortaya çıktığı gibi siyah ve beyaz karakterler de kendini gösteriyor diye düşünüyorum. 

Çocukluğumdan beri kitaplara, felsefeye olan ilgim gözlem, merak ve araştırmayı bende bir alışkanlığa dönüştürdü. Dolayısıyla tüm karakterlerimi derinlikleriyle yaratabiliyorum. Tabii ki kendi yaşanmışlıklarımdan da besleniyorum. Ama daha çok gözlem ve hislerimle oluşturuyorum karakterleri. 

Kitaplarınızı yayımlandıktan sonra tekrar okuduğunuzda “keşke şurayı daha farklı yazsaymışım”, “şu karakteri farklı kurgulasaymışım” dediğiniz oluyor mu?

Tabii ki dediğim şeyler oluyor. Ama nasıl oluyor? Zaman sürekli akıyor, malum milenyum çağındayız. Her şey çok çıldırtıcı bir hızda yaşanıyor. Tüm bu koşuşturmanın içinde yazmaya da vakit ayırmak gerekiyor. Belki o vakte sahip olsak daha farklı, daha edebi romanlar da yazabiliriz. Şunu şöyle yazsaydım dediğim pek olmadı, ama sanki biraz daha zorlasam değiştirebileceğim cümlelerle karşılaştım. 

Yazmak, özellikle kitap yazmak, disiplin ve mesai isteyen bir uğraştır. Zaman yönetimi konusunda neler yapıyorsunuz? 

Bu soruyla o kadar çok muhatap oluyorum ki… Aslında şöyle… Önünüzde uzunca bir vaktinizin olması yazabileceğiniz anlamına gelmiyor, bazen günlerce bir cümle bile kuramayabilirsiniz. Ancak yazma tutkunuz var ise zaman sizin için bir sorun olmuyor. Bir şekilde o vakti buluyorsunuz. Bilhassa gecelerimi, hafta sonlarımı ve özel zamanlarımı roman yazmaya ayırabiliyorum ve bu vakitlerin yazmak için çok verimli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yazıyla bir eser ortaya çıkarmak için zamandan ziyade ilham ve meziyete ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Tabii bu benim kendi kişisel görüşüm, farklı yorumlayanlar da olabilir. 

Siz neler okuyorsunuz? Hangi yazarları beğeniyorsunuz? Örnek aldığınız, tarzınızı benzettiğiniz yazarlar var mı? 

Aslında tarz olarak çok benzetiyorum anlamında değil, çünkü her yazarın kendine özgü bir tarzı var. Yazar konusu da değil, her insan bir dünya. Dışarıda gördüğümüz, en siyah-beyaz zannettiğimiz insanların bile çok derin dünyaları var.  Ben Balzac, Hugo, Steinbeck, Tolstoy, Turgeyenev, Goethe ve Gogol çok okudum. Shakespeare ve Amin Maalouf’u da severim. Türk edebiyatçılardan ise Reşat Nuri Güntekin, Tarık Buğra, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl ilgimi çeken edebiyatçılar diyebilirim. Eskil düşünürlerden ise İbni Arabi ve İbrahim Hakkı’nın eserlerini incelemişliğim vardır. 

Sosyal sorumluluk bilincine sahip birisiniz. Kitaplarınızın gelirini kimsesiz çocuklar yararına kullanıyorsunuz. Neden özellikle kimsesiz çocuklar?  

“Kimsesiz” kelimesi bile beni oldukça sarsan bir kelime. Son birkaç senedir kimsesiz çocukların bulunduğu, yeni adıyla Sevgi Evleri’ne gidiyorum. Devletimiz çok güzel işler yapıyor, ama yine de bu çocukların kaderlerini anlamakta çok zorlanıyorum. Küçücük yaşta annesiz, babasız kalmak… Hayata tutunmaya çalışmak… Hepimizin, tüm Türkiye’nin bu çocuklara sahip çıkması gerekiyor. Dolayısıyla ben kitabımdan elde edeceğim gelirle onların hayatlarına küçük de olsa bir dokunuş yapmak istiyorum. En azından Muhteşem Mucize, bu kırık gönüllere bir nebze de olsa merhem olabilirse çok mutlu olacağım.

Yeni projeleriniz var mı? Biraz bahseder misiniz?  

Dördüncü roman üzerinde çalışıyorum. Yaşanmış gerçek hikâyelerden derlediğim bir roman olacak. Biraz geçmişe gideceğiz, 1800’lü yıllara. Okuyucunun çok beğeneceğini şimdiden hissediyorum diyebilirim. 

Çok teşekkür ediyoruz samimiyetle tüm sorularımızı cevapladığınız için. 

Ben de tüm çalışma arkadaşlarıma ve sizlere çok teşekkür ederim. 


Muhteşem Mucize’ye D&R, İdefix, Kitapyurdu ve diğer tüm kitabevlerinden ulaşabilirsiniz.